Saturday, July 27, 2013

Susmaya susamak


Hala cocukluguma bayramlik almaya gidiyorum ruyalarimda
Annem goz yasini tam gozyasimin ustune kapatiyor
Ayiplanmayayim icin
Sus diyor annem sus
Dogdugunda konusan yavrusuna
Susmayi ogretiyor

Kirec odalarimizin soguk koselerinde
Beyazi kimin icad ettigini dusunuyorum
Renkler ustune kusmamislar neden
Tepkisiz ve kararsiz tek basina?

Konusmayinca dusunuyorum iste
Kelime donmesi oluyor konusamayinca
Sisiyor dilim dudagim
Icerime batiyor kelimeler
Agzimdan cimbizla laf yoluyor
Hayali komsularim..

Elbette pembe kenari dantelli kelimelerim yok benim
Annem iyi tembihlemis susmayi
Kirkayaga patik oren
Kagittan bir babaanne cigligi zaman
Sabir sabir isliyor 
Kiraz desenlerini her bir yanina...

Konusamayinca dua ediyorum birde 
Adimlarca yalvariyorum
Istedigim ebilmek birseyleri
En buyuk istegim ise
Bir kirkayagin topuk seslerini ayirt edebilmek
Gecenin bir korunde ...

Konusamayinca yaziyorum 
Susunca ruyalarim var
Uyuyuya kalinca korkularim 
Karanlik bir kosede beyazi kim icad etmis onu dusunuyorum
Sarhos bir kirmizi yaslanmamis mi omzuna
Bir mor bulasmamis mi ona?

Konusmayinca kelime donmesi oluyor
Sisiyor dilim dudagim
Sus diyor annem tam niyetlenince konusmaya sus!
Sana mi kaldi desmek beyazin yalnizligini
Renkler kirletmemisler beyazi degil mi anne
Mor mesela hic ugramamis dallarina...


Sunday, July 21, 2013

özürlü acılara anne olmaklar...


Tam da şimdi, yokuşlardan bahsedeceğim. Ağlamanın acılarımın mahremiyetini piyasaya
çıkardığı zamanlarda, sokak lambalarıyla ne diye dertleştiğimden biraz da. İlk öğrendiğimde
özürlü bir acıya gebe olduğumu aklımdan bir an olsun geçirmedim: onu yok etmeyi! Bir
Temmuz sabahıydı, güneş henüz doğsa kimini utandıracak; doğmasa geceye bir saat fazla kira
öderim kıskacında boğuşuyordu belki biraz da yağmur. Evimizin çatısından bir yıldırım doldu
içerlerimize, belki daha çocuktum ama biliyordum susacağım, biliyordum ne pahasına olursa
olsun saklayacağım acılarımın özrünü. Tanıdık bilindik, eli ayağı düzgün acılarınız yoksa
eğer, özürlü bir acıya anne olmak size biçildiyse, alışacaksınız, korumak için haklı gururunu
acınızın göstermeye dişlerinizi gözyaşlarınızdan önce.

Balkonlarda ağlarım genelde, insanlar ruhlarını süreli teslim ettiklerinde süreli korkulara ya
da huzura, artık bilinçaltları nasıl bir senaryo yazmışsa. Balkonlar ağlamanın halinden anlar,
onlar ne kadar evlerin mahremiyetini dışa vuruyorlarsa, gözyaşı da bir o kadar içimizde
yeşerttiğimiz acılarımızın mahremiyetini dışa vurur. Gülümsemek perde kapatsa da acılarımın
özrünü ben ağlamayı çok kutsal buluyorum yine de, İsa kadar ağlamayı: sessiz ve kararlı.
Kutsal buluyorum gecenin bir yarısı Rab ile yokuş başında buluşmayı, özürlü acılarımı asla
bahane etmeden başka şeylerden konuşmayı. Kutsal buluyorum bana soru sorduğunda Rab,
Musa gibi lafı uzatmayı. Sokak lambaları şahit olsalar da bu kutsal buluşmalara her gece,
tanıdıkça anladım ki asla gündüze çıkarmıyorlar sırlarınızı; gece biriktirdiklerini gündüz
yüzüne vurmuyorlar insanın. Yokuş başındaki bir sokak lambasıyla ikindi bir vakitte nasıl
gözlerimizi birbirimizden kaçırdığımızdan bahsedebilsem biraz da, benim özürlü acılarımı
nasıl gözbebeklerinde sakladıklarından da. İşte o zaman beni anlardın, bir sokak lambası nasıl
kıymetli ve neden zararsız.

Eğer anlatabilseydim daha iyi tanırdın insanları, nasıl masummuş gibi yaptıklarını
sınanmadıkları bir günah üzerinden. Anlatabilseydim anlardın neden her gece yokuş başında
bir sokak lambasının altında Rab ile konuşmaya çalıştığımı. Arabaların el frenlerinden zekât
toplayan bu yokuşu neden bu denli önemsediğimi. Bilsem ki acımayacaksın özrüne
acılarımın, tek tek hecelerdim bende başlattıkları kıyametleri. Anlatamam çünkü acıyı
yaşamak, özrüne rağmen çok daha zararsız öğrendiklerinde insanların iyimser(!)
süzmelerinden, ne olduğunu merak edip birbirlerine açıklamalarından, hiç tatmadıkları
acılarımı tahminlerine boğmalarından… Sevmek ayıptı acısı özürlü olan annelere. Ayıpsa
ayıp! Ben sevdim sokak lambalarını ve yokuşları…
Ortasından başlanmış bir hikâyenin tarihi geçmiş çığlıkları idi tüm bunlar...

Friday, July 19, 2013

Sen de gidersen anne, kim yakacak dunyanin isiklarini ben korkunca?

Ebeveynlerin cocuklarini esit sevdiklerine hic inanmamisimdir...

ebeveynler kardesler arasinda "idare" edilebilecek kimse ona yuklenirler diger kardeslerinin yukunu falan ona yuklerler aaa ama hayir bak esit severler, yok canimesit ne demek butun cocuklarini cok ama cok severler  hic benimki de laf...

Ben esit sevdiklerine inanmiyorum mu demisim hayir ya dilim surcmus olacak, pek esit severler, canim ebeveynler...

Dun aksam bendeniz tamamen yalniz kaldi, unuturum dedigim seyler, yeni bir kivilcimla kundaklama yok etti butun iyi hatiralari, yangin elektrikten cikti iceride iki yasinda bi cocuk kaldi kurtaramadilar oldu...her yeni olayla gecmis hafiza cam gibi oluyo ee batiyo tabi elbette acitiyo...

Neyse ya kimsemiz yok degil ya, yildizlar var, yokuslar, ikindi vakitleri ve goz yasimizin saklandigi sokak lambalari...

Eger bir gun benim de cocuklarim olursa ben diyecegim hangisini hangisinden hangi nedenle cok seviyorum...

Gec kalinmis hersey icin gec kalinmistir cunku adaletse adalet sevkatse sevkat!!!!!

Tuesday, July 16, 2013



YINE BEN...

Nihayet kabuklarını kırmaya niyetlenmiş olarak hayatta belki en iyi yaptığım işin eteklerinden tutmaya başlıyorum...Düşünmek ve yazmak...Hayatta en iyi yaptığım şey derken yazdıklarımın ve yahut düşündüklerimin okunmaya değer olduklarını vurgulamaya çalışmıyorum, bu yazıları bu bloga kalemimi eleştirilmek, okunmak, sevilmek kısacası herhangi bir şekilde kişiler yahut kurumlarca belli bir görüşe köleleştirilmek adına değdirmiyorum... Yazılarımda düşüncelerimdeki kadar özgür kanat çırpamamam
okuyan ne der kaygısı güttüğümden değil yalnızca düşündüklerimi kalemle bile paylaşamaya olan tenezzülsüzlüğümdendir.

Bir sandalye ile dertleşebilecek hale gelsem bile sandalyenin üstüne bir karakter oturtur sanki onunla dertleşiyormuş hissi veririm yazarken, bunları zaten biliyorsun...Konu benim ne kadar anormal olduğum değil aslında, anormal olmak eskisi kadar sorguladığım bir şey değil..Başka insanlara benzeme arzum beni içten içe hep yaralamıştır neden ben böyleyim diye derin derin düşündürmüştür fakat yaşım ilerledikçe anlıyorum ki başka insanlara benzeme arzusu aslında normal olmaya duyduğum özlemin bir latifesiymiş, hepsi bu... Kendini dillendirerek yer edinmekten nefret ettiğimden ötürü neden anormal olduğumu açıklamak için takındığım tavır O ne yapıyorsa ben de onu yapayım oldu. O kim mi? Dönüşmek istediğim kişi zamana ve mekana göre çok farklılıklar gösterir... O anda Kim daha normalse Ona benzemek istedim, şükrediyorum ki hiçbir zaman göz önünde olandan hoşlanmadım Onlar gibi de olmak istemedim, kınamadığımdan olacak hiçte öyle göz önünde bir insan olmadım..

odamdan ayrı düştüğüm için ne kadar cılız ve verimsiz şeyler geveliyorum...İnsan ait olmadığı asla olamayacağı zannettiği yerleri nasıl da için için benimsiyormuş meğer...Asıl ait olduğun yerde? içtiğin suyun yabancı tatmasının başka ne anlamı olabilir ki?

Şimdi biraz uzak biraz yabancı, kimsenin farketmediği bir alemde yıldızlı kelimeler yapıştırıyorum benim sandığım gökyüzüne...Kendi evine yerleşen bir insan kadar anılarına ve minnet duygusuna hapis, başka yerlere ait olduğunu kavrayan bir sürüngen gibi tepeteklak... bütün bu düşündüklerinin ayağına ip bağlayıp her şeye bir son vermek istiyorum...Ait olmadığım yerlerin beni kucaklayan insanlarla dopdolu olması da apayrı bir kargaşa ta içerimde...

beni kendi halime bırakın şımarıklığı değil bu..Ben yapamam sizsiz biliyorum, ama ne yapayım aidiyet dudak uçurtacak kadar korkunç işte...hele hele ait olmak istediğini seçme özgürlüğün varmış gibi görünen bir dünya da..Özgürlük diyorsunuz ya, yok öyle bir şey...Belki normal insanlar için vardır bilemem, en azından ben her geçen gün bambaşka şeylerin esaretine kapılmıyormuşum gibi kendimi kandırmıyorum...

Bu Şarkının Her Sözüne Tek Tek Katılıyorum...bilin istedim...